_________________________________
2020 NİSAN AYI ÖZETİ
_________________________________
_________________________________
Bekleme Odası
Zeki Demirkubuz'un meşhur üçlemesinde belki de en kıyıda kalan filmdir Bekleme Odası. İnce bir kibrin gözüktüğü, yönetmenin kendisine dair hem eleştirel yaklaştığı hem de günah çıkarttığı bir film olarak adledilebilir. Matematiğin bozulmadığı, karakol sahnelerinden, evdeki eşyalara kadar diğer iki filmdeki yansımaları gördüğümüz bu filmde de yine hiçlik üzerine söylenmiş ve söylenmeye üşenilmiş bir takım meseleler var. Belki ana karakter sinir bozucu gözükebilir ama kendi hayatımdan yola çıkarak o kadar benzerlik gördüm ki. İnsanlar her şeye çok anlam yükleyerek hayatlarını zorlaştırırken bir yandan da mutlu olmanın peşinde koşar adım gidebiliyorlar. Kendi yalnızlığında yer açmaya çalışanlar ise kibrinin pençesine düşerek fark etmediği zararlar da açsa küçük sürtünmeleri ile yetiniyorlar.
A Faithful Man
Oyuncu kadrosunda Laetitia Casta ve Johhny Depp'in kızı Lily-Rose Depp'i barındıran ve yönetmenliğini Louis Garrel (Laetitia Casta'nın eşiymiş) yaptığı bir hikaye anlatımına örnek gösterilebilecek fakat bir kaç noktada eksiklik hissettiren bir film A Faithful Man. Sevgilisinin başka bir adamdan hamile kalmasını hiçlik felsefesine dayanır şekilde kabullenen bir adamı konu alan film, sadakat konusuyla ilerlese de kadın gözünden ilerlemesi gerektiğini düşündüm. Konunun ilerleyen kısımlarında ise 2 tane çatışma oluşuyor ve bir çatışma diğerine göre hikayeyi daha fazla yönlendiriyor, o zaman ilkine ne gerek vardı desek de bu sefer 2 çatışma konusu birbirleri ile çatışarak dengeyi bulduruyor ve finale doğru bizi yönlendiriyor.
Sonuç olarak Eh diyebileceğimiz, izlediğimize pişman etmeyen fakat çok şey de katmayan bir filmle karşımıza gelmişler. Bir şans verebilirsiniz, aşk hikayelerinde tutkudan çok sadakat ile ilgileniyorsanız.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Tony Manero
Baskıcı Şili rejimi sırasında yaşamının sonlarına doğru yaklaşırken beş parasız şekilde izbe bir mekanda en az kendisi kadar tuhaf insanlarla hayatını sürdüren ve bir şov programında sahne alan John Travolta karakterini kendisine rol model alan adamın hikayesini anlatıyor film. Bunu anlatırken de çok sert bir anlatıma başvurmuş yönetmen. Karakter fazlasıyla sapkın. Kimi zaman mide bulandırıcı sahneler gerçekleşebilirken, kimi zaman da karakterin iktidarsızlık sancıları çektiği uzun sekanslar görebiliyoruz. Üstelik erkeklik güdüleri ile problemler yaşayan adamın etrafındaki tüm kadınların onunla birlikte olma arzusu da bambaşka bir psikolojiye götürüyor.
Film bize; hayattaki başarı sandığımız işlerin aslında bir illüzyon olduğunu, yaşamın kendisinin bir süreç olarak kabul etmemiz gerektiğini söylüyor.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Gelecek Uzun Sürer
Uzun süredir izlemek isteyip bulamadığım bir filmdi. Sonunda Mubi'de denk gelip izleyebildim. Film tamamı ile tipik bir Özcan Alper filmi. Ağır ilerleyen, sizi politik doğrularla boğan, ana hikayeyi de bu olayların etrafında kuran bir yapıyla ilerliyor. Politik doğrularda boğulmamızın nedeni de olayın gerçekliği gün yüzündeyken bunu enstrüman gibi kullanmak yerine belgesel tarzında bir kurguya yedirmek yapay kalmış. Oyunculuklar çok kötüydü, Gaye Gürsel son derece kötü bir seçim. Metaforlar anlam yükleyemeyecek kadar alakasızdı bana göre. Yine de finale doğru ilerleyen gergin hava hoştu. Final yine güzeldi. Sonbahar'ın izinden gitmeye devam etmesi bir noktada tıkayabilir yönetmenin önünü. Zira sonraki tüm filmleri benzer matematik ile çekiyor. Görüntüler ise tabloluk, görüntü yönetmeni kimse tebrikler. Çok iyi iş çıkarmış. Buna rağmen beklentilerimin çok altında kaldı film.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
91.1
Mustafa Haktanır'ın senaryosunu yazıp yönettiği üstüne kurguladığı film engelli bireylere farkındalık yaratmak için çekilmiş. Yan rollerin tamamında başarılı oyuncuların bulunduğu, ana rollerde ise tanımadığımız isimlerin yer alması çok hoş bir ayrıntı. Filmin en önemli durumu senaryosu ve kurgusu. Gerçekten çok başarılı bir şekilde birleştirilmiş 3 tane hikaye var. Başta ana hikaye gibi gözüken engelli bireyin hayatının yanında, genelev işletmecisinin çocuğunun ve arkadaşlarının tatile çıkma maceraları ve iki küçük çocuğun radyoda yayın yapma hayalleri bulunan 2 ayrı hikaye yer alıyor. Dengeli olmadığı için bir film formatından çok ana hikayeyi destekleyen yan unsurlar gibi gözükse de son 20 dakikada gerçekten nefesimi tutarak izledim. Çok güzel bir sona doğru hazırlamış filmi. Amatör ruha, bazı diyalog hatalarına (gerçeklikten uzak), uzatılmış gereksiz sona rağmen gerçek bir hikayeden yola çıkıp bu denli bir filme imza atması çok güzel.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Oslo, 31.August
Film, uyuşturucu nekahatindeki bir gencin göz göre göre yitip gitmesini dramatik ve felsefi bir dilde anlatıyor. Karakterimiz Anders, iyileşme döneminde bir günlük bir izin ile geçmişine yolculuk yapıyor ve hayat dediğimiz durumun içerisinde 24 saatlik bir yolculuğa çıkıyor. NAKED'vari filmleri seviyorum. Tek gün içerisinde hiçlik felsefesinde hayatı sorgulayıp, bütün bu illüzyonun ne için var olduğunu sordurtan filmler hem samimi hem gerçekçi geliyor. Oslo, 31 Ağustos gününde yaşananlar da bana böyle hissetti. Filmin göze hitap eden sahneleri var bolca diyalog ve çıkarım yapmanızı sağlayacak yanları var. Mükemmel bir film olmasa da anlatmak istediklerini anlatabilen sinefilleri mutlu edecek bir film. Bir sahnede gerçekleşen durum çok ilgi çekici : "Kahve içerken kız arkadaşı bu hayatta istediklerini sıralar, fakat Anders ise bu hayattan hiç bir şey istemiyordur. O çoktan gitmiştir."
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Çoğunluk
Yönetmenin ilk filmi olan Çoğunluk'ta milliyetçi ve baskıcı bir çevrede gençlik yıllarını yaşayan orta halli bir ailenin çocuğunun, kendini bulma yolundaki bir kesit izliyoruz. Ailesinin yanında yaşayıp, babasının işlerine yardımcı olan Mertkan karakteri filmin ana hikayesi. Bartu Küçükçağlayan'ın oluşturduğu profil gerçekten çok başarılı. Askere gitmediği için babasının çevresinden sürekli eksiklik hissettirilen bir gencin, Vanlı bir kızın açılması üzerine kafasının karışması ve istediği bir şeyin baskıyla yapamaması esas çatışma noktasını oluşturmuş. Filmle ilgili siyasi gönderme belirtilmiş bir çok eleştirmen tarafından ama ben bununla ilgili bir his almadım. Gayet temiz bir yerel ilkgençlik hikayesi olarak görüyorum.
What Richard Did?
Bir soru olarak Richard ne yaptın diye başlayıp soru soran filme ne yapmış Richard diyerek merakla başladığımız film rahatsız edici öğelerin bulunduğu bir gençlik filmi olarak tanımlanmıştı. İlişkiler arasındaki tatsızlıklardan beslendiğini anlıyoruz fakat rahatsız edici öğelerin ilişkilerden öte bireyin kendiyle yüzleşmesiyle olan kısımlarda buldum. Filmin ilk yarısı mükemmel bir alfa erkeği olan Richard'ın güzel hayatına ve haklı kıskançlığına götürüyor (haklılık kısmı izleyiciye bırakıyor ben haklı olduğuna inanıyorum) sonrasında yapılan bir hatadan dolayı pişmanlığa yöneltiyor ve genç yaşının da getirdiği psikolojik durum ile birlikte bir insanın hayat karşısındaki yüzleşmesini görüyoruz. Film harika bir iş vaad etmiyor fakat hikayesini mükemmel anlatıyor. Kapağından sunumuna kadar çok iyi bir festival filmi olarak duruyor.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
The Misfortunates
The Broken Circle Breakdown'da çok başarılı iş çıkaran yönetmenin diğer bir işi olan ve Türkçe'ye Çölde Kutup Ayısı olarak çevrilen filmde, alkolizmin pençesinde kıvranana bir babanın kardeşleriyle yaşadığı bir hayatta çocuğuna bakabilme mücadelesini, çocuğun gözünden anlatıyor. Film anlatım olarak kitaptan uyarlama olduğu için çok güçlü bir bakış açısına sahip. Karakter gözünden baktığımızda içselleştirmemiz çok kolay oluyor. Alkolizmin etkisindeki babanın öfkesini de şiddetini de içselleştirebileceğiniz bir dilde anlatıyor. Normalleştirme eleştirisi gelebilir fakat ben anlatımda "kuzu seyirci" olarak tanımladığım kan görmek istemeyen izleyicinin yapacağı eleştirileri reddedip bir uyarlama olarak başarılı olarak uyarlandığını söyleyebilirim. Dünyaya pembe gözlüklerle bakanlar izlemesin.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Never Rarely Sometimes Always
Kürtaj meselesini temeline alan bir hikaye ile birlikte, 17 yaşındaki bir genç kızın gözünden anlatan, arkadaşlık meselesini de yan hikaye ile destekleyen bir senaryo ile karşımıza çıkan bir film. Sundance ve Berlin'den ödülle dönen film bu sene yaşanan sorunlar nedeniyle filmi izlenebilecekler seviyesine çekti. Sevdiklerim : iki kadın oyuncu, sıkıcı gibi gözüken bir konunun iyi işlenmiş olması, bir kaç sahnede çok sert anlatım. Beğenmediklerim, yan hikayenin zayıf kalması, dramatize edilmiş aile modeli, sadece karakter üzerinden ilerlenmesi. Festivallerin olmadığı şu dönemde izlenebilecek filmlerin başında geliyor. Özellikle lise çağında kızı olanların mutlaka izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçi ailelere ya da gençlere çok önemli mesajlar verdiğini düşünmüyorum ama bu meseleye kafaya takanlar var ise izlemesi gerekebilir.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
You Can Count On Me
Manchester by the Sea ile yürekleri dağlayan senarist yönetmen Lonergan'ın bu işin sinyalini 20 yıl öncesinden verdiği You Can Count On Me filmi bir kardeşlik öyküsünü anlatıyor. Çocuk yaşta ebeveynlerini kaybeden iki kardeşin birbirlerinden uzak yaşadıkları yıllar sonrasında kardeşlerin birinin çocuğuna bakması için diğerinden destek istemesi ile ilişkilerinin tahmin edemeyecekleri kadar sağlamlaşmasını izliyoruz. 90'lı yıllarda yer alan samimi hissiyatın sonuna dek kullanıldığı filmde, Mark Ruffalo'nun artist halleri bile uzaklaştırmaya yetmiyor. Kasabada kendi halinde yaşarken bir yabancının gelişiyle olayların değişimlerini anlatan filmleri seviyorsanız (evet böyle bir tür var) mutlaka izleyiniz. Finale doğru giden seyirde usul usul izlerken finalde numarasını yapıp iç çekmenize neden olan güzel hissettiren bir film.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Pain & Glory
Evvela anlaşalım Pedro Almadovar bir sanatçıdır. Hikaye anlatımındaki ustalığı, diyalogları, müzikleri, seçimleri her şeyi yerli yerinde olmuştur bugüne kadar. Bir önceki filmi Julieta ile anne kız bağlarına dokunurken, bu sefer ise kendi öyküsünü anlattığı gibi gözüken bir yönetmenin hayatından kesitleri anlatan, içinde kalan duygulara hapsolduğunu gösteren yaklaşık 60 yıllık bir süreci görüyoruz. Filmin en önemli kısmı renkleri. Tam bir renk cümbüşü var ve o kadar ustalıkla yerleştirilmiş ki her sahne tablo gibi. Filmin görselliğinden içeriğine odaklanamadım resmen. Çok beğendim. Bu da Pedro Almadovar'ın yönelimi ile alakalı seçtiği bilinçli bir eğilim. Bir yerde fırtınalar koparken bir yerde çiçekler açabiliyor. Filmde konu edilen eşcinsellik konusu derinlemesine işlenmemiş, fakat sadece konu olarak kalsa da olurmuş. Zaten renkler ve sinema açısından yeterince doyurucuydu. Kadınları libidosu ile etkileyen Banderas'ı 60 yaşından sonra böyle görmek biraz şaşırttı. Yine de tercihlerin, yönelimlerin ve herkesin kendi hayatında nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşamasını destekleyerek, Pedro'cuğumuza da yavaş yavaş artık veda etmemiz gerektiğini düşünerek, yazıyı sonlandıralım.
BONUS
Crashing
Uçuk karakterlerle dolu, terkedilmiş bir mülke yerleşen arkadaş çevresini anlatan dizinin ince mizahı, yaratıcısı Phoebe Bridge'in tarzını tamamen yansıtıyor. Bir arada yaşayan 6-7 karakterin birbirleri ile olan ilişkileri her gün değişiyor ve bölümlerde neler olacağını, karakterin neler düşündüğünü kestiremiyorsunuz. Bir belirsizlik hakim ve bu da tuhaf bir mizah yaratıyor. En beğendiğim karakter "Melody" oldu. Diğer tüm karakterlerden daha alımlı ve tutkulu olmasına rağmen, en tuhaf birlikteliğin peşinden koşan bir karakter. Biseksüellik kavramına getirdiği ilginç bakış açısı da sosu olmuş adeta. Üstelik 6 bölüm olunca sıkmıyor. Bir gününüzü geçirmek için ilginç bir şeyler izleyeyim diyorsanız deneyebilirsiniz.
Aşk 101
Aşk 101 değişik bir ekibin güzel bir birleşimi gibi bir dizi, bir çok eksiği var. Birçok samimi durumu var. Öncelikle dizinin senaryosunu yazan Meriç Acemi'yi Çocuklar Duymasının'ın sekreteri olarak hatırlamamız biraz ön yargı oluştursa da Ufak Tefek Cinayetlerin senaryosunun da aynı kişiye ait olması rüştünü ispat etmesi açısından önemli bir eşik değeri taşıyor. Dizinin yönetmeni, son yıllarda çıkan en iyi Türk filmlerinden biri olan Bizim İçin Şampiyon'un yönetmeni Ahmet Katıksız. Yönetmen farkı direkt etki ediyor çünkü sekanslar su gibi akıyor. Çok eğlendim bölümleri izlerken. Karakterler iyi yazılmamış ama iyi bir cast ile iyi bir yönetmenlik ile güzel kotarılmış. 5 ana karakterimiz var herhangi birinde kendinizi bulabilirsiniz. Olay örgüsü yine çok saçma ve açıklarla dolu hatta klişelerin dibine vurulmuş fakat hiç rahatsız etmiyor çok yerel öğeler var. 90'lar temasını yansıtmadığı doğru ama zaten sadece ana olay örgüsünde günümüzde başladığı için dizi bu şekilde olması gerektiğinden dolayı yapılmış gibi bir hal var. Geçmişe dönüş hikayesi sadece, dönem dizisi değil. Aşk 101 kısaca, Netflixte yer alan 3. yerli yapım olmasına rağmen aralarında en iyisi olduğunu söyleyebilirim. Müziklere gelirsek, üniversite yıllarımda izlediğim dizilere geri götürdü beni. Herkes eleştiriyor ama ben dizide müziğin olmasını çok seviyorum ve bunu olumlu buluyorum.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
After Life
2.Sezon
İlk sezonda huysuz ve hayata karşı tepkili olan Tony'nin hayatını izlerken sarkastik bir komediye yelken açmıştık. 2. Sezonda Tony biraz daha olgun, biraz daha bilinçli bir şekilde ilerlerken eşinin ölümünden sonra girdiği girdaptan çıkarken daha dibe battığını görmekteyiz. İlk sezona göre daha az mizahın fakat daha fazla duygunun olduğu 2. sezonu da iki gün içerisinde tükettik. 3.Sezon onayını da alacağını ve 2021 sonlarına doğru geleceğini tahmin ediyorum.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder