_________________________________
2020 HAZİRAN AYI ÖZETİ
_________________________________
_________________________________
1982
Bir çocuğun gözünden Lübnan'ın işgal edilmesini anlatan filmde, dramatik öğelere yer vermeden sade bir şekilde hikayesini anlatmaya çalışıyor. Okulda öğretmenlik yapan kişilerin işgal tedirginliğine rağmen profesyonel davranıp işlerine devam etmeleri filmin büyük bir bölümünü kapsıyor. Yer yer durağanlaşması ve ana hikayeyi besleyebilecek bir çok tematik sahne konabilecekken nedense dağınık bir gidiş seçilmiş. Finalinde anlıyoruz ki hikaye bir çocuğun aşk ve savaş gibi iki kavramı aynı dönemde görmesi. Bu yüzden tüm konuların bu hikayeyi beslemesi gerekiyor. Ya da yan hikayelerin de kendilerine ait bir yansıması olması gerekiyor. İkisi arasında kalmış gibiydi. Filmde geçen animasyonları sevemedim. İzleme keyfini gerçekçilik üzerine kurarken ansızın yerle bir ediyor. Yine de tedirginlik kısmını başarıyla vermeleri, objektif bir şekilde yansıtmaları, konu çok başka yerlere çekilmeden akması gayet güzeldi. Şans verilebilir. Ben Nadine Labaki için izledim diyebilirim. Onun oyunculuğunu görmek bile güzeldi.
Kraliçe Lear
Mersin'in bir köyünde yaşayan kadınların tiyatro yapma sevdası ile yola çıktıkları yolculuğun neredeyse 20 yıl sonrasına gidiyoruz bu sefer. Pelin Esmer, belgeselleştirerek bize aktardığı "Oyun" adlı yapıttan sonra aynı köylü kadınların çevre köylere kattığı güzellikleri yine samimi bir şekilde anlatmış. Köy hayatını aşağı yukarı bilenlerin büyük keyif alacağını düşünüyorum bu belgeselden. Kadınların yıllar geçtikten sonra artan özgüvenleri, birbirileri ile olan konuşmaları duygulandırdı. Gittikleri köyde bir adamın yol yok burada siz oyun oynuyorsunuz. Gerekli mi bu şimdi diyerek çıkışmasının aynı gecesi tiyatroda rol alması çok güzel bir detaydı.
Özellikle çocukların merakla tiyatroyla ilgilenmeleri, yaşları büyüdükçe yaşadıkları coğrafyadan çıkamayacaklarını anlamaları gibi yaşayan halkın hapsolduğu bir yaşamda, bir gün de olsa hayatlarına renk katmaları nedeniyle bu 5 kadının yaptıklarına büyük saygı duydum. Çok güzeller. Hepsi tek tek.
Love at First Fight
"İlk Güreşte Aşk" olarak gerçekten yaratıcı ve güldüren bir çeviri ile ülkeye kazandırılmış "Love at First Fight" filmini Adele Haenel için izlediğimi yadsıyamam. Askerlik yergileri ile dolu filmde, erkek gibi yetişen adeta bir "Tomboy" erkek fatma diye nitelendirebileceğimiz bir hanım kızımızla bir işçi gencinin bir yaz içerisinde geçen aşk muhabbetini izliyoruz. Konu çok ilgi çekici değil, ancak kalıpların dışına çıkması babında dikkate değer. Karakterlerin farklılığı nedeniyle mizah unsuru ön plana çıkıyor ve yer yer güldürüyor. Fakat aşk muhabbetlerinde biraz geri planda kalıyor. Onu da Adele Haenel kurtarıyor. Çok ortalama bir film gibi dururken, hem esprilerin güzel kullanımı hem de başrollerin ortalamanın biraz üstü oyunculukları ile kurtarılmış bir film olarak gözüküyor. Kötü bir fikir iyi bir uygulama ile izlenebilir hale getirilmiş.
Dönersen Islık Çal
Orhan Oğuz'un yeraltı filmlerinin en baş köşe filmlerinden biri olan Dönersen Islık Çal, bir travesti ile bir cücenin dostluğunu anlatıyor. Fikret Kuşkan'ın en parlak zamanlarına evrildiği yıllarda, o dönemin Türkiye'sini de düşündüğümüzde gayet cesur bir tercih ile rol aldığını görmek mutluluk verici. Gerçi şimdiki dönemi de düşündüğümüzde maalesef değişen bir şey olmadı. Bu da çok üzücü. Neyse, film; Beyoğlu'nu özleyenleri gayet tatmin ediyor. Geceleri ortaya çıkan başka dünyayı, çok güzel yansıtmış yönetmen. Öykünün akışı ve finali ile unutulmayacak filmlerden biri olarak hatıralarda kalacaktır.
American Honey
Genç bir kadının, "hiçlik" noktasına adım adım gelişini izlediğimiz filmde, sorunlu bir aileden kaçış ve hayata bir yerinden tutunma hikayesini görüyoruz. Bazı detayların güzel biçimde anlatıldığını fakat detayın güzelliğini ise, upuzun sekanslarla yönetmenin yorduğunu söylemem gerekiyor. Yolculuk filmlerinin (ki hem somut anlamda hem soyut anlamda bir yolculuk var) avantajlarını çok kullanamamış olmasına rağmen güçlü bir yaralı ana karakter var. Bu da hem ilişkilerinde hem de kendini tanıma biçiminde bazı "güzel aksaklıklara" yol açıyor. Filmin akışında temel sorunlar var bana göre. Yaşanan maceraların etkisini artırmak isterken ana akıştan koparan gerçekten çok gereksiz gelen sahneler vardı. Bu filmin bu kadar uzun olmasını anlayamadım. 1 saatlik bir kısmı kesseler anlamın bozulacağını düşünmüyorum. Bazı reaksiyon alan sahnelerin ikinci hatta üçüncü kez tekrarlanması ben de itici bir hava oluşturdu. Müzikleri ve karakterlerin hastalıklı ilişkilerini deneyimlemek için izlenebilir.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
20 Ans D'ecart
Romantik Komedi deyince aklıma direkt Fransa gelir. Fransız filmlerinin temposu, bu tür için çok uygun ve anlatım olarak daha eğlenceli olarak buluyorum. Tipik bir Fransız komedisi olan film, yaş farkı nedeniyle topluma karşı sorumlulukların hatırlatılması temeline oturtulmuş. Karakterlerin hikayenin başında kendilerini sevdirmesi, filmin içine girmenize olanak sağlıyor. 2-3 sahnede kahkaha atmış olmam benim için yeterli komedi açısından. Romantizm için de konunun zorlama olması, eksiklik gibi olsa da drama-duygusal dengesi de iyi kurulduğu için bir süre işliyor. Çok fazla bir beklentiniz olmazsa sevebileceğinizi düşünüyorum. En azından türün meraklısı iseniz.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Heaven
Kieslowski'nin ölümünden sonra onun senaryosu ile çekilen filmin yönetmenliğini Run Lola Run'dan tanıdığımız Tom Tywker yapmış. Öncelikle hikayenin (senaryonun değil) buram buram Kieslowski koktuğunu anlayabiliyoruz. Duygu derinliği ile ilgili ciddi bir çatışma ve başkaldırı görüyoruz. Filmlerinde de sıkça gördüğümüz tempo seyrinin düzensizliği bu filmde de anlaşılabiliyor, dengesiz bir tempo var. Bu kötü bir etki değil tabii ki, aksine alışılmadık bir seyir keyfi olduğunu söyleyebilirim. Hikayedeki bazı açıklıkların ise senaryo kısmında oluştuğunu düşünüyorum. İnandırıcılık konusundaki eksikliklerine rağmen Cate Blanchet'in heyecansız (duru) oyunculuğu sayesinde izlemesi keyifli bir film ortaya çıkmış.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
The Help
Irkçılığı konu edinen "The Help", mükemmele yakın 2 oyunculuk ve gayet yerinde işlenmiş yan karakterleri ile birlikte uzun olmasına rağmen seyrine doyum olmayan bir film. Siyah-beyaz düşmanlığının en yüksek görülen zamanların birinde hizmetçilerin seslerini duyurmaya çalışan bir beyaz kadının mücadelesini izliyoruz. Kadınların dayanışmasında hem komik hem duygusal sahnelerin dengesi, sırası ve renkleri çok güzel bağlanmış. 2010'lardan sonra göremediğimiz görkemli film diye tabir edilen, özenilmiş filmler furyasının son dönemine yetişmiş olması da ayrı bir şans bana göre. Aile filmi kıvamında izlenebilecek çok film çıkmıyor son yıllarda. Ya dramaya ya da daha çok gerilim veya komediye kaçıyor. Ancak tüm dengeleri tutturabilen filmler ise bu şekilde unutulmaz filmler kategorisine yükselebiliyor.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Irreversible
Gaspar Noe'nin eyvallahı olmayan sinamasındaki son dönemde evrilen tarzının ilk aşaması olan ve Türkçe'ye "Dönüş Yok" olarak çevrilen film geriye akan kurgusu ve can sıkıcı sahneleri ile birlikte değişik bir sinema deneyimi sunuyor. Kameranın filmin başında hiçbir şekilde sabit durmaması ve gitgide sabitleşmesi, olayların çığırından çıkma efektini başarıyla gerçekleştirmiş fakat izleme deneyimine girmeyi zorlaştırmış. İlginç bir seçim ve sinemada yenilikleri sevenlere göre güzel bir yönelme noktası oluşturuyor. Filmin içerisindeki rahatsız edici sahneler aslında temeli oluşturduğu için, şiddete karşı hassas olan kişilerin izlemesi çok doğru olmayabilir.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Biz Böyleyiz
Melikşah Altuntaş, uzun süredir takip ettiğim, mizah anlayışını ve kelimeleri kullanma tarzını beğendiğim bir metin yazarı. En azından ben öyle tanıyorum. Ekip de zaten birbiri ile frekansları tutan ironi ve roasted tarzı mizahtan anlayan kişilerden oluşuyor. Bu yüzden merak ettiğim bir yapımdı. Beğenmeyenlerden anladığım yorumlar ile beklentileri düşürmüştüm fakat izlediğimde çok tatlı bir film buldum. Sevdiğim ve sevmediğim noktaları aktarayım. Hikayeyi ve ters köşeleri sevdim. Hayata karşı bakılan şakacı kısmı beğendim. Karakterleri beğendim. Esprilere gülümsedim. Ancak Waller-Bridge'in Crashing'de kullandığı 2 karakteri aynı şekilde alıp filme yedirmişler. Şakaların kullanıldığı İngiliz komedisi tarzı bize çok hitap etmeyebilir, Ana akım film çekilecekse bunlar olmamalıydı, bence daha bağımsız bir yapım olmalıydı. Hikayenin vurucu kısmı final kısmı olarak algılanıyor fakat o son kroşeyi çakamıyor. Bunu amaçlamıyor zaten ancak izleyiciler böyle görüyor.
Kısacası film izleyicisini bulmadı bana göre, tatlı bir film, Türk Filmi kıvamında değil asla.
Kısacası film izleyicisini bulmadı bana göre, tatlı bir film, Türk Filmi kıvamında değil asla.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
My Days of Glory
İksv Film festivalinin Haziran seçkisinin ilk filmi olan My Days of Glory, gençliğinin başında bir erkeğin sorumluluklarının yavaş yavaş yüklendiği bir dönemde üstlenmek istemediği bir role bürünme sancısını izliyoruz. Hem iş anlamında hem de aşk anlamında birtakım sorunlar yaşayan karakteri içselleştirebilmemiz için kolay yoldan aile sorunları gösteriliyor ve senaryo basite kaçıyor. Karakterin boşvermişliği sinir bozucu bir çatışmayı da beraberinde getiriyor. Dengeler güzel kurulmuş olsa da cinsel anlamda kendini bulma yolculuğu çok karikatürize anlatılmış. İzlediğinize pişman olmayacağınız ancak bazı noktalarda şu şekilde yansıtılsa güzel olurmuş diyebileceğiniz bir film. İş durumları da aşk durumları da havada kalması sağlam bir temel üzerine oturmaması belki de en büyük eksiklik. Onun dışında Fransız filmlerinin tatlı yanlarının hepsini almış.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Gipsy Queen
İksv Film festivali haziran seçkisinin 2.filmi olan "Çingene Kraliçe" filmi göçmen olarak gittikleri ülkede çocuklarıyla birlikte yaşama tutunmaya çalışan bir anneyi anlatıyor. Yaptığı işlerin hakkını sonuna kadar veren Ali ismindeki kadın, çalıştığı mekan sahibinin boks yeteneğini keşfetmesi ile birlikte önceden yaptığı spora geri dönüyor. Böyle anlatınca dövüş filmi olarak algılanabilir belki ancak gerçek bir drama ve boks sahnelerinin ritmi filme güzel giydirilmiş. Heyecan ve tempoyu da beğendim. Ancak en güzel kısmı başrol oyunculuğundaydı, Ali karakterine can veren Alina Serban bu rol için yaratılmış gibi müthiş bir oyunculuk sergiliyor. Hüseyin Tabak ise hem belgeselleri hem de filmleriyle adından söz ettirecek gibi duruyor.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Pacified
İksv Film festivali haziran seçkisinin 3.filmi olan "Pacificado" bir Brezilya filmi. Vigilante olarak adlandırılan sokak kanunlarını anlatan filmler bu bölgede fazlasıyla çekiliyor. Ben "City of God" filmini çok başarılı bulmayan birisi olarak ilginç biçimde bu filmi sevdim. Çok basit bir anlatım var. Giderek artan temponun ivmesi çok iyi dengelenmiş. Oyuncuları benimsedim. Bölgenin yapısını ve "şeflik" meselesini 1 saat içerisinde hakim olabildim. Kötülerin arasında (ya da bu film bazında hayatlarını doğa kanunlarına göre yaşayanlar) iyi kalabilmenin zorluğunu çok başarılı biçimde anlatıyor film. Yönetmenine baktığımızda Türkiye ile iç içe olduğunu da görüyoruz. Daha önceki işlerinde sürekli Türkiye geçiyor. Bu açıdan da şaşırdım. Umarım daha çok filmini izleyebiliriz.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Stories from the Chestnut Woods
Şiirsel bir görsellikte, bir öykünün içerisine doğru çeken "Kestane Ormanından Hikayeler" Filmi İKSV haziran seçkisinin 4.filmi. İnsanın bir ormanda küçülmesini anlatan ve görselliği ile dikkat çeken bir anlatım ile yaşlı bir çiftin hikayesine konuk oluyoruz. Kestane satıcılığı gibi yok olmuş mesleklere ve tabut imalatı gibi zanaatlere saygı duruşunda bulunan filmin yapısı sisli bir gecede anlatılan hikayeye benziyor. Angelopoulos filmi izliyor gibi izleyebilirsiniz. Yönetmenin genç olması belki bilgece anlatılabilecek hikayeyi bir nebze düşürse de görüntü anlamında güzel bir iş ortaya çıkmış. Konu anlatımı tabii ki durağan olması filmin doğasında var fakat bazı sekansların gerekliliği sorgulanabilir cinsten. Yönetmeni dikkate değer bir şekilde takibe almakta fayda var.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Two of Us
İksv Haziran seçkisinin 5.filmi olan "İkimiz" filmi uzun süredir birbirilerine sırdaşlık eden iki kadının aşkını anlatıyor. Yaşları itibari ile arzudan daha çok sevgiye evrilmiş olan ilişki, ikilinin aralarının bir konu sebebiyle bozulması ile çatışmaya giriyor ve filmin akışına hazırlık yapıyor. Filmin en iyi yanı verdiği mesaj olabilir. Aşkın önünde hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin duramayacağı gerçeği. Onun dışındaki tüm konular ortalamanın bir tık üstünde seyrediyor. Anlam yüklememiz gereken sahnelerin açıkta kalması, iki kadının ilişkilerini açıklayamama konusunda hak vermemiz gereken yerde hissedilemeyen ağır baskı, aralarındaki sevginin nasıl bu kadar bir bağa dönüştüğü ile ilgili ön bilgi. Bu eksiklikler nedeniyle oturmuş bir film diyemeyiz ancak seyri yüksek, heyecanla izlenebilecek kadar olduğunu da söyleyebiliriz.
➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤➤
Yarına Tek Bilet
Netflix'in ilk Türk filmi olma özelliği taşıyan film, tren yolculuğunda tanışan iki kişiyi konu alıyor. Bir televizyon filmi olarak görürsek iyi şekilde vakit geçirtebilir fakat bir film olarak göreceksek eksiklerden başlayalım. İlki oyuncular. Metin Akdülger nispeten daha iyi bir oyunculuk sergilese de Dilan Deniz Çiçek hiç sempatik gelmiyor ve izlerken mide ağrısı yaşatıyor bizlere. İkincisi senaryo. Twist bulunduran bir senaryo olmasına rağmen gereken vurucu hissi yok maalesef. Ayrıca o kadar kötü diyaloglar var ki bırakın bir filmde geçmesi, sokakta birisine söylerseniz haline bakıp gülmeye başlar. Silsile gibi güzel bir senaryoyu çıkaran kişiden böyle bir metin beklemezdim. Son eleştiri ise tren yolculuğunun büyülü havasının sadece ilk yarım saatte kullanılması. Bir sahne var mesela, artık kroşeyi çakması gerekiyor, Dilan Deniz tirada geçiyor. Ancak yüzünü bile göremiyoruz. Işığı mı bekleyemediniz, seti mi kuramadınız anlayamadım. Güzel olabilirdi aslında film. Ancak bu haliyle maalesef vasat kalıyor. Vaktiniz varsa izleyebilirsiniz.